17 Haziran 2012 Pazar

Egosuz Efsane: Steve Nash'in Gençlik Yılları


Steve Nash, bir NBA efsanesi. Yaşayan bir efsane. Öyle bir efsane ki bu adam, etrafına 4 tane ağaç da dikseniz onları yeşertiyor. Etrafına kimi verirseniz verin, bir kademe yukarı taşıyor. Bunu yaparken de hiç zorlanmıyor, her şey onun için o kadar basit ki, izlerken "Bu kadar basit olması mümkün değil." diye düşünüyorsunuz. Bir basketbol dehası, sadece oyununa bakıyor. Onun dışında bir şeyle ilgilenmiyor. Tim Duncan mesela, o da aynen böyle ama Nash... Çok daha ayrı benim gözümde. Oynamasının yanında çok iyi oynatması da gözümde değerli olmasının en büyük nedeni.

Biraz yaşamına göz atalım istiyorum Nash'in. Tüm NBA çevrelerince sevilen ve sayılan bu adam bugünlere nasıl geldi öğrenmek gerek, öğretmek gerek. Örnek almak gerek, örnek aldırmak gerek. İçimizden bir çoğuna belki de basketbolu sevdirdi çünkü o. NBA kariyerini anlatmıyorum, çünkü onu hepimiz biliyoruz ve ulaşması da daha kolay. Ben biraz daha az bilginin olduğu ve daha bilinmeyen gençlik yıllarına değinmek istiyorum. Kemerleri bağlayın, zaman makinesine giriyoruz:

7 Şubat 1974. Güney Afrika'nın Johannesburg şehrindeyiz. O gün Stephen John Nash, daha yaygın bilinen adıyla Steve Nash dünyaya geliyor. Babası yarı-profesyonel bir futbolcu o günlerde. Nash henüz çok küçükken ailesi sorunlar yaşayan bu ülkeden ayrılmaya karar verip Kanada'ya taşınıyor. Kanada'da kışlar hepimizin bildiği gibi dondurucu, bu yüzden 2 yaşındaki Nash ile evde beyzbol oynuyorlar küçük çaplı. Tabi hayali gereçlerle. Zamanlarını böyle geçiriyorlar. Ama büyüdükçe Nash artık gerçek oyuncaklar istiyor.


Ailesi çocuklarının çok erken yaşta sporla ilgilenmesini sağlıyor, onları spora ısındırıyor. Baba John Nash o dönemleri şu sözüyle anlatıyor bizlere: "Onları erken yaşta heveslendirirdik, cesaretlendirirdik. Eşim ve bana göre sportif yeteneklerini geliştirmek insanlarla iyi iletişim kurabilmeleri için çok çok önemliydi. Böylece sokak köşelerinden de uzak kalacaklardı."

Annesi Jean Nash ise çocuklarına aşıladıkları bitmek tükenmek bilmeyen spor tutkusunun o zamanlara kadar dayandığını belirtiyor. O günleri de şu cümleleriyle aktarıyor: "Steve çok çok küçükken onla mağazalara giderdik. Ben ona lego vb oyuncaklar almak isterdim. Kendisine de 'Hadi bunu deneyelim, çok eğlenceli olacak.' derdim. O ise bana bakıp 'Olmaz.' derdi. Eğer bir raket, bir sopa, bir top veya o tarz sportif bir araç gereç almazsak hep aynı tepkiyi verirdi. Ona gidip çok ucuz da olsa bir top aldığımızda ise çok mutlu olurdu, tüm istediği sadece ve sadece buydu."

Bir gün baba John Nash'e Vancouver'dan bir iş teklifi geldi. Orası Regina bölgesinden çok daha iyi hava koşullarına sahipti tabi ki, aile de bu fırsatı geri tepmeyerek hemen bavullarını toplayıp yola koyuldu. Daha sonra oradan da taşınıp Victoria'ya yerleştiler. Çok uzağa gitmemişlerdi bu sefer.


Nash o zamanlar daha 5 yaşındaydı. Ailesi onu futbola yönlendirmişti, oynadı da. Hokeye de merak saldı, uzun yıllar satranç da oynadı. Fakat rakiplerini sürekli yenince küçük Nash o oyunu bırakmaya karar verdi, sırf yendiği bir rakibi ağladığı için. Babası o günü de şöyle anlatıyor: "Steve eve geldiğinde maçı kazanıp kazanmamış olmasını hiç önemsemiyordu. Yenip de ağlattığı rakibi için çok üzülmüştü. O çocuk ağladığından beri hiç satranç oynamadı. Çok duygusaldı. Demek istediğim, bu kadar yarışma hırsına sahip olup da bir o kadar da duygusal davranan birini bulmak pek güç."

Ailesi Nash'in her zaman daha çok çalıştığını, daha çok çalıştığını, daha da çok çalıştığını belirtiyor. Sürekli kendini geliştirmek için antremanlar yaptığını söylüyorlar. Daha küçücük yaşında bu kadar azim, gerçekten çok güzel bir olay. Bir keresinde topu ayağında tam 600 kereden fazla sektirdikten sonra yorgunluktan bitkin düşmüş bir şekilde buluyor küçük Nash'i babası. Başka bir gün ise yüzlerce serbest atış denemesi yaparken görüyor basket sahasında.

Bir gün Nash arkadaşlarıyla yeni bir oyun oynayıp eve geldiğinde annesine "Ben NBA'de oynamak istiyorum." diyor, annesi ise gülümsüyor ve onu cesaretlendiriyor, arkasında olduğunu söylüyor. Çünkü farkında, eğer isterse Steve, başaracak. "Hiç şüphem yoktu." diyor anne Nash, "Oynasın veya oynayamasın, oynamak için elinden gelen her şeyi yapacağını biliyordum. Çünkü istediği bir şeyi başarmak için her şeyi deniyordu."


O zamanlar Kanada'da basketbol ön planda değildi. Üstelik basketbol Kanada'da var olmuş bir spordu ve NBA tarihinin ilk maçı da yine burada, Toronto'da oynanmıştı. Ama o zamana kadar geçen 50 yıllık süreçte, o ilk maçtan sonraki yarım asırda sadece 12 Kanada doğumlu oyuncu NBA'de forma şansı bulabilmişti. Yani Kanada bir basketbol ülkesi değildi aslında, Steve de insanlara profesyonel bir basketbolcu olmak istediğini söylemiyordu bu yüzden. Gülünç duruma düşmek istemiyordu. Kız kardeşi o günler ile ilgili "Bana sürekli NBA'e gideceğini söylüyordu, ben de ne derse ona inanıyordum. Bu konular hakkında konuşmaya başladığında pek bir şey anlamıyordum açıkçası, daha çok küçüktüm. Ama bir süre sonra merak da etmeye başlamıştım. Sports Illustrated dergisinden ve onun NBA ile daha çok ilgilenmesinden sonra ise artık başaramayacağı hiç bir şey olmadığını düşünüyordum."

Yüksekokulda Steve'in futbol takımı eyalet şampiyonu olmuş ve kendisi de bölgenin en değerli oyuncusu ödülünü kazanmıştı. Futbolda ne kadar yetenekli olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Fakat sürekli antremanlara katılınca, sınavları kaçırmaya başladı. Tabi dersleri de kaçırıyordu hep. Notları yavaş yavaş düşmeye başladı ve bu durum ailesini endişelendirdi. Özel bir okula kaydetmeye karar verdiler Steve'i.

Dönem orasında hemen okuldan alındı ve yeni okuluna geçti Steve, St. Michel Üniversitesi. Ama yıl ortasında nakil olduğu için de basketbol maçlarını oynayamadı o sene. "Basketbol oynamayı, basketbol çalışmayı, ve sürekli antreman yapmayı çok severdim. Ama sene ortasında yeni okula geçtiğim için o dönem hiç basketbol oynayamadım, bu çok çok üzüntü vericiydi, çok zordu." diyor Nash o günler hakkında.


Tabi basketboldan uzak kalınca derslerine çok sıkı sarılıyor o dönemler. Matematik öğretmeni ve aynı zamanda da okulun basketbol takımı asistan koçu olan Bill Greenwell onla ilgili "Geldiğinde çok eksik yönü vardı. Özellikle matematiği. Ama o hem matematiğini düzeltmekle kalmadı, hem de tüm fen derslerinde kendini geliştirdi." diyor.

Basketbol oynamaya da başlıyor bir süre sonra tabi ki. Koç Hyde-Lay onun hakkında "Çok yetenekli olmasının da katkısıyla hemen lideri oldu takımın. Hep sorumluluk aldı, son şutlardan hiç bir zaman kaçmadı. Ne kadar zor duruma düşerse düşsün hep daha güçlü çıktı. Gözlerinin içine baktığınızda bile diğerlerinden ne kadar farklı olduğunu anlayabiliyordunuz." diye konuşuyor. Nash o sezonu 21 sayı, 11 asist, 9 ribaund ortalamaları ile tamamlıyor. İnanılmaz.

Koç Hyde-Lay Nash'in iyi kolejlere gitmesi için her tarafa mektuplar yazıyor, görüntüler yolluyor. Gelen cevaplar ise hep aynı, "Hayır, teşekkürler.". Nash bütün bu reddedildiği mektupları bugün bile bir kutusunda sakladığını söylemekte.


Bir gün Santa Clara koçu Dick Davey onu izlemek için geliyor. Etrafa da bakınıyor, başka kimse var mı izleyen diye. Çünkü biliyor ne kadar yetenekli bir çocukla karşı karşıya olduğunu. Kaçırmak istemiyor elinden. "Onu görünce başka izleyen var mı diye endişeye kapılmıştım. Bu çocuğun mükemmel olduğunu anlamak için usta olmaya gerek yoktu, her şey çok netti."  diyor o koç Steve hakkında.

Sahadan çıktıklarında ise Davey ona "Gördüğüm en kötü savunmaya sahip oyuncusun." diyor. Nash şaşırıyor tabi ki. "Savunmama neden taktın? Neden kötü bir savunmacıyım?" diyor. Koçun açıklamaları üzerine de "O zaman bunu değiştireceğim" diye ekliyor.

Koç Nash ile ilgili "Bu üniversitenin Kurt Rambis ile birlikte en yetenekli ve en farklı oyuncusuydu." diyor. Suns forması giymesi dileklerini de iletiyor. Nash'in müthiş bir NBA kariyeri olacağından şüphesi yok o zamanlar koçun. Yanılmamış da pek. Turnuvada Nash 15. sıradan girdikleri play-offta 2. sıradan giren rakipleri Arizona'yı son 30 saniyede attığı 6 serbest atışla yıkıyor. Ama çalışmayı hiç bırakmıyor, geceleri tek başına salona gelip antremanlar yapmaya devam ediyor.


Yaz kampında Gary Payton ve Jason Kidd'e karşı oynuyor. Efsane guard Payton onla ilgili "Daha önce hiç böyle bir çalışma yapmamış, ama bize karşı yine de iyi oynadı. Çok yetenekli biri. O gerçek bir point guard, çünkü hem topu iyi yönlendiriyor, hem de savunması çok iyi. İlerde iyi yerlere gelecek." diye konuşuyor. O da yanılmıyor.

Victoria bölgesinde Nash iyice tanınıyor artık. Televizyonlarda boy gösteriyor. Annesi de "Buraların yeni yıldızı olmuştu. Her gün televizyondaydı, bu çok çılgıncaydı." diye hatırlıyor o günleri.

Draft günü televizyondan izliyorlar şehirdekiler ve evdekiler. Annesi "İlk 1 saatten sonra yayını kesip aptal bir program yayınladılar, sanırım Simpsons'tı. Herkes çılgına dönmüştü. Barlara gitmişlerdi." diyor. Fakat Continental Arena'da bulunan Nash ve yaklaşık 30 kişilik aile ve arkadaşlarından oluşan grup o anı canlı canlı izliyor. David Stern'e bırakıyoruz mikrofonları: "1996 NBA Draftı 15. sıra seçim hakkıyla Phoenix Suns... Steve Nash'i seçiyor!"


Böylece bir efsane daha parlamaya başlıyor, NBA kariyerine ilk adımlarını atıyor. NBA'deki kariyerini hepimiz biliyoruz, mükemmel sezonlar, MVP ödülleri, asist krallıkları. Asistin tanımını yazıyor Nash adeta. İnanılmaz saha görüşü ile takımdaki her oyuncuyu 3-4 gömlek yukarı çekiyor. Mesela takım arkadaşı Boris Diaw'ın "En çok gelişme kaydeden oyuncu" olması ve diğer takım arkadaşı Barbosa'nın da "En iyi 6. adam seçilmesi" buna en büyük kanıtlardan.

Nash artık 38 yaşına girdi. NBA'deki 17. sezonuna hazırlanıyor. Geçen sezonu bile 10 asist ortalaması ile tamamlaması hala ne kadar iyi olduğunun bir göstergesi. Daha 2 sezon kadar oynayabileceğini de belirtiyor. Yüzük almasının zamanı artık geldi. Heat'e takas olursa Wade-Lebron-Bosh üçlüsüyle beraber inanılmaz işler yaparlar. Yuvası sayılabilecek Dallas'a giderse Nowitzki ile beraber etkili olabilirler. Knicks'te Carmelo-Amare ikilisiyle de başarılı olabilirler. Magic'e gidip Howard ile etkili olabilirler. Tek yapmaması gereken bence Suns'ta kalmak ki, yönetim gitmek isterse her türlü kolaylığı sağlayacaklarını söylüyor. Umarım oradan ayrılır, çünkü artık bu normal sezonun sondan ikinci maçında direk rakipleri olan Utah'a mağlup olup play-off'un dışında kaldıklarında üzüldüğüm gibi üzülmek istemiyorum. O sabah maçı izleyebilmek için evden çıkmamıştım sabah, son ana kadar da hep bir ümitle baktım ama olmadı. Tüm hafta boyunca moralim hiç düzelmedi. Nash'i her zaman izlemek istiyorum, izlemediğimiz her saniye büyük kayıp çünkü. Şu mix'i hep çok sevmişimdir:


Tek gözle oynadığı Spurs maçı, bir insan görme yetisi o derece düşmüşken o maçı nasıl böyle oynar, imkansız:


Şurdan da bir mix'e ulaşabilirsiniz:



O belki sahanın en atletik, en güçlü veya en hızlısı değil; ama en zekisi. En azimlisi. O, izlediğiniz için en şanslı olduğunuz adamlardan biri. Bir o kadar da mükemmel karaktere sahip olan, saha dışında da mükemmel işler yapan oldukça iyi bir karakter. Çok eğlenceli bir insan. Tanışmak istediğiniz insanlar arasında listenin ilk sıralarında bulunması gereken bir oyuncu.


Not: Sayfanın üst yan tarafında gördüğünüz anketimize oy vermeyin unutmayın.

Blog yazarına ulaşmak için: " http://twitter.com/#!/eraykskci "

Gün içerisinde sorularınızı ve önerilerinizi bu twitter adresinden bana ulaştırabilirsiniz. NBA ile ilgili paylaşmak istediğiniz fikir ve yorumlarınızı da ulaştırırsanız (serilerin yorumu gibi), blogda isminizle yayınlanacaktır. Herkese iyi günler.

2 yorum: